Serüvenim

İlk Tek Başına Tatilim: Kaş

Bazı şeyler yaşanacaksa onu engellemeye çalışmak yerine akışına bırakmak en doğrusu. Benim Kaş hikayemde başında birçok kararsızlıklarla başladı. Çünkü beraber seyahat planı yaptığım arkadaşım pansiyonda yer ayırtmış olmamıza rağmen ani çıkan bir işi sebebiyle iptal etmek zorunda kaldı. Ben de bu kadar heves ve hazırlığın kaybolmasına izin veremezdim. İçimde durduramadığım seyahat etme aşkı gözümü karartıp yola çıkmama teşvik etti. Böylece hayatımın ilk tek başına tatili olan Kaş seyahatim de başlamış oldu. 

Toplamda 2 gece 3 gün kalacağım bu eşsiz deneyim için yanımda tam da bir seyyah gibi sadece bir sırt çantam ve hayallerim vardı. Uzaktan bakınca belki sadece 2 günlük hafta sonu kaçamağı gibi görünse de, pandemi boyunca içimde biriken gezme arzusu, şiddetli bir rüzgar gibi sürekli arkamdan ittiriyordu beni, kapının dışına doğru. 

Gitmeden önce oldukça detaylı bir roadmap oluşturdum kendime. Hem sürem kısıtlı olduğu için hem de tek başına olduğum için her anımı değerlendirmek istiyordum. Bu yüzden içerisinde Kaş geçen tüm seyahat yazıları ve blog sayfalarının altını üstüne getirdim. Orada gezeceğim tarihi yerler, denize gireceğim plajlar, özgün yemekler yiyeceğim mekanlar ve daha birçok ayrıntıyı araştırdım. 

Roadmap – Yol Haritası

Burada şunu belirtmek isterim ki yapmaya çalıştığım dakikası dakikasına tatilimi planlamak kesinlikle değildi. Alain de Botton’un Seyahat Sanatı kitabında da bahsettiği gibi, her şeyi planlamak, planın küçük bir kısmında yaşanan aksilik sonucu beklentinin düşmesi ve tatilin kötü geçmesine sebep olabilir. Çünkü hiçbir zaman her şey tam da planlandığı gibi gitmez. Benim burada yaptığım ise gideceğim yerin farkına varmaktı. Ben oradayken çevremde bana yakın hangi etkinliği kaçırıyorum ya da gördüğüm bu yapının hikayesi ne, belki de yediğim o tadı bir daha hiçbir yerde yiyemeyeceğim. İşte bu düşünceler içerisinde kendime bir roadmap hazırladım. 

Kanada’da 23 Mayıs pazartesi Victoria Day olduğu için uzun hafta sonunu değerlendirmek için harika bir fırsattı. Denizlerin henüz tam ısınmadığı ama havaların yaz olduğu bir 21 Mayıs sabahı ben Antalya otogarına, içimde biraz merak ve heyecan içinde yola koyuldum.

En ön koltukta, kulağımda müziğim, etrafta doğal güzellikler ile 4 saatlik bir otobüs yolculuğu beni bekliyordu. 

Pansiyona Giriş

Şanslıydım ki otobüs Kaş’ın biraz dışında kurulan yeni otogar yerine, merkezdeki eski otogara bıraktı bizi. Oradan yürüyerek 10 dakika gösteriyordu kalacağım pansiyon. Haritadan bakarak pansiyona doğru ilerledim. Planım eşyalarımı bırakıp biraz şehri keşfetmekti. Pansiyon’un sokağına girdiğimde iki siyahi bayan gördüm, benim yürüdüğüm yere doğru yürüyorlardı. Onlarla konuşmak için can atsam da o an olmadı. 

Pansiyona vardığımızda sahibi bahçede bizi görünce tanıdı ve isimlerimizle hepimizi selamlayıp giriş işlemleri için hemen yanda bulunan ofise doğru geçtik. O sırada bizimle ilgilenen beyin onlardan pasaportlarını sormaya çalıştığı sırada ben araya girerek yardımcı oldum. Böylece kısa da olsa orada ilk gördüğüm yabancı insanlarla iletişimimi kurmuş oldum. İlerleyen süreçte onlarla pansiyonda karşılaşırız diye düşünsem de bir daha hiç sohbet etme şansımız olmadı. 

Trivago üzerinden biraz da fiyat baz alarak seçtiğim Caretta Pansiyon beklediğimden çok daha fazla iyi çıktı. Merkeze ve sahile 5 dakika mesafedeydi. Ayrıca oldukça temiz ve genişti de. Henüz o tarihlerde sezon tam açılmadığı için pansiyon kalabalık değildi, bu yüzden sahibi istediğim odayı seçebileceğimi söyledi. Ben başta anlaştığımız çatı katında bulunan oda ile devam etmek istediğime karar verdim. 3. Katta bulunan oda, karşıda Yunanistan’ın muhteşem Meis adasını ve boydan boya deniz manzarasını görüyordu. 

Keşif Zamanı

Eşyalarımı bırakıp kısa bir soluklandıktan sonra Kaş sokaklarına attım kendimi. Biraz acıktığımı hissettim ve okuduğum bir Kaş blog yazısında tavsiye edilen Aysun Pastanesi’ne gidip dedikleri gibi tahinli katmer yedim. Daha çok aile çay bahçesi havasında olan ve turistik gösterişten uzak olan bu minik ama şirin pastanede çay eşliğinde yediğim tahinli katmer için oldukça uygun bir fiyat ödedim. 

Şimdi artık sokaklarını keşfetme zamanıydı ama ayaklarım beni sağa değil de sola limana doğru döndürdü. Deniz fenerine doğru giden, iki insanın geçebileceği genişlikte yüksek bir taşa merdivenle çıktım ve fenere doğru yürüdüm. Yere oturup ayaklarımı aşağı sarkıttım. Önümde Meis’e doğru uzanan muhteşem bir deniz, arkamda Kaş limanı. Kafamı hangi yöne çevirsem bir başka güzel manzara ile karşılaşıyordum.

Yaşadığım anı daha da güzelleştirmek için hemen bir müzik açtım ve bir yandan da termosda bulunan kahvemi içmeye başladım. Telefonumdan bir gün önce ağzıma takılan “Wallerman” isimli şarkıyı açtım. Her seyahatime bir şarkı adarım. Bu seyahatin şarkısı da Wallerman. Meis adası, önümde muhteşem deniz manzarası, arkada liman ve gözün alabildiğine uzanan Kaş manzarası eşliğinde günün en güzel anının tadını çıkarıyordum. Bir süre sonra kalkıp fenere doğru ilerledim ve geri dönüp keşfe devam ettim.

Sıkıntılar Başlıyor

Keşfe devam ettim etmesine de o gün hiçbir anım o kadar kaliteli olmadı. Geldiğimden beri ilk kez tek başıma tatile çıktığım için içimde beni dürten bir duygu vardı. Bu duyguyu her ne kadar bastırmaya çalışsam da bir gün önceden devam eden mide ağrım şiddetlenmeye devam ediyordu. Bir yandan henüz mayıs ayında dahi etkisini gösteren Kaş sıcağının beni susuz bırakması ve su almaya çalışmakla geçen süre de birleşince tüm bunlara baş ağrısının eklenmesi de kaçınılmaz oldu.

Kafamı dağıtmak için oradaki dükkanları geziyordum. Girdiğim bir dükkanda üzerinde Kaş yazan hoş resimli küçük bir defter aldım. Dönüş günü tüm deneyimlerimi hoş bir kafede bu deftere yazacaktım. Neyse o güne dönersek, gittikçe kendimi daha da kötü hissetmeye başladım. Susuzluğun da bu semptomları yapacağını düşünerek direk markete gitmeyi önceliklendirerek su aldım. Su içtim içmesine de baş ağrımın hemen geçmesini beklemiyordum tabii.

Bu 2 günlük tatilimin ilk gününü de odamda yatarak geçirmek istemiyordum. Bu yüzden listemde yer alan, oldukça tavsiye edilen bir kafeye doğru yol aldım. San Sebastian’larının methini baya okumuştum. Hem kahvedeki kafeinin de baş ağrısına iyi geleceği düşüncesi ile oraya doğru yol almaya başladım.

Piyano

Godo isimli bu kafe dışarıdan oldukça sevimli, içeride ise vintage dekoru ve serinliği ile beni içeri çekmeyi başardı. Herkes arkadaşları ile gelmiş, sohbetler ederek eğleniyordu. Tek başına bir mekana gittiğimde elimde bilgisayarım ya da kitabım olur genellikle. Bu sefer de çantamdan kitabımı çıkardım. Kahve bardağım double gelmişti. San Sebastian ise cidden dedikleri kadar vardı. Ama her şey dört dörtlük olsa da ben değildim. Bir şeyler yedikçe mide bulantım da başladı.

Okuduğum kitap Çağatay Özdemir’in Uyanış Yolculuğu kitabıydı, o yıl okuduğum en iyi kitap olacaktı. Aslında kitap, ortam, yiyecekler her şey daha mükemmel olamazdı. Bu yüzden kendimi ortamın güzelliğine vermek için oldukça çaba sarfettim.

Birden odada nasıl farketmediğime şaşırdığım bir piyano sesi ile irkildim. Hayatımda yeri başka olan enstrümanlardan piyanoyu normalde girdiğim ortamlarda hemen farkederdim. Bu sefer kendimle uğraşmaktan görmemişim cancağızımı. Yabancı bir adam arkadaş grubu ile kasaya gitmek için içeri girdiğinde fark etmiş ve çalmaya başlamıştı. Hızlıca bir kaç şarkı çaldı. O an benim için daha da güzelleşti. Kitap ve kahvenin yanında artık müzik de vardı.

Pansiyona Dönüş

Tüm bu güzelliklere rağmen beynimi ikna edemedim. Tatlım ve kahvemin hala yarısı duruyor olmasına rağmen hiç yapmadığım bir şeyi yaparak onları yarım bırakıp kalkma kararı aldım. Kafe sahiplerine de aslında lezzetlerinin oldukça iyi olduğunu ama şuan rahatsızlığım sebebiyle yiyemediğimi açıkladım. Beğenmediğim için yemelerini düşünmelerini istemezdim. Böylece artık pes edip kaldığım pansiyona dönüş yaptım.

Yol boyunca da içimde devam eden iç savaşın sesi yükselmeye başladı. “Tek başına neden tatile çıkarsın ki, Antalya neyine yetmedi, geri mi dönsem acaba, ben bu gezip tozma işlerini beceremeyeceğim galiba…” Bu sorular bana Tahtalı dağından inerken kafamda dönen iç savaşı hatırlattı. Orada da zor durumda kalınca neden oraya geldiğimi, evde oturmadığımı sorgulamış, kızmıştım kendime.

Açıkça söylemeliyim ki, belki de hayatımda zorluklarla tek başıma kaldığım bu iki olay da sonradan hayatımın en güzel deneyimleri olarak anılacaktı. Demek ki bazı güzellikler, katlanılan zorlukların sonucunda değer kazanıyordu, kim bilir…

Toparlanma

Odama geldikten sonra tekrar bol su tüketerek yatağa uzandım ve aklıma güzel şeyler düşünmeye sevk ettim. Yaklaşık bir saat yaptığım siesta iyi gelmiş olacak ki kalktığımda kendimi daha iyi hissediyordum. Baş ağrım geçmiş olsa da arkadaki vesveseyi tamamen yok edememiştim. Bu sefer bir diğer kozum olan annemi arayıp onun sözleri ile rahatlamayı deneyecektim. O da hiçbir şeyi kuruntu yapmamam gerektiğini ve anın tadını çıkarmam gerektiğiyle ilgili teşvik edici tavsiyelerde bulundu. Böylece yeniden hazırlanıp kendimi kaldığım yerden Kaş sokaklarına attım.

Bu seferki başlangıcım gayet iyi gitti. Kaş’ın sol tarafını keşfettiğim bu yürüyüşümde tarihi mezar kalıntıları, pespembe begonviller ve büyüleyici deniz manzarası eşliğinde güzel bir yürüyüş yaptım. Yürüyüşümü tamamlayınca pansiyona döndüm. Pansiyonda kahvaltı dahildi ama akşam yemeği yoktu. Bu yüzden yine önceden keşfettiğim bir yere gidecektim. Güney Asya mutfağından lezzetler yapan Bun Bun isimli restorana gitmeden önce biraz pansiyonun terasından gün batımı izlemek ve soluklanmak istedim. 

İlk Yabancı Arkadaş

Hem tek olduğum için hem de ingilizcemi geliştirmek ve arkadaş olmak için yabancılarla sohbet etmeye can atıyordum. Turistik açıdan zengin olan Kaş’ta da bunu yapabileceğim bir sürü insanla tanışacaktım. Onlardan ilki ile terasta tanıştım.

Sabahları akşam yemeğinde kullanılan bu terasta yaklaşık 6 adet masa vardı. Masalardan birinde bir kız bilgisayarında çalışıyordu ve ben terasa girer girmez dönüp bana “Hi!” dedi. Bende karşılık verip başka bir masaya geçtim. Sonra telefonunu şarjdan almak için kalktığında telefonunu yere düşürdü ve bende ona “is it okay?” dedim gülerek. Telefonunun iyi olduğunu söyledikten sonra sohbet etmeye başladık.

Lena, Rus asıllı, seyahat etmeyi seven samimi biriydi. Rus bir şirkette Business Manager olarak çalışıyordu. Benim mesleğimi öğrendikten sonra beni instagramdan ekledi. Sonra ben markete gitmek için kalktım, su alıp oradan da restorana gidecektim. Yolda da neden gideceğim restorana kızı davet etmedim diye hayıflandım. Derken bu düşünceler içinde kasada cüzdanımı yanıma almadığımı farkettim. Böylece pansiyona geri döndüm. Bunu bir işaret olarak algıladım. Gündüzünde kötü geçen ve oldukça yalnız hissettiğim günün akşamında belki de vakit geçireceğim yeni bir arkadaşım olacaktı.

Guy?

Pansiyona döndüğümde hala orada olduğunu görünce ona yaklaşıp “Are you hungry?” diye sordum. O da biraz aç olduğunu ama yapması gereken işlerinin olduğundan bahsetti. Eğer yarın uygun olursa bana katılabileceğini söyledi. Fakat bende o gün tekne turunda olacaktım tüm gün. Öyle olunca işlerinin bir saat sonra biteceğini, o zaman bir kafeye gidebileceğimizi söyledi. Bende dilerse Asya restoranı için onu 1 saat bekleyebileceğimi söyledim. Böylece anlaştık ve ben markete suyumu almaya döndüm.

Odama tekrar döndüğümde terasta hala çalışıyordu. Bende onu oyalamamak için geri kalan zamanımı odamda geçirmeye karar verdim. Tek iletişim kanalımız instagramdı. Bu yüzden aklıma oraya bakmak geldi, en azında işi bittiğinde oradan yazar diye düşündüm. Haklı çıkmıştım, bana instagramdan bir mesaj atmıştı ama bu beklediğim mesaj değildi. Günün akşamı da berbat olmaya devam ediyordu.

“Elif hello again! I am sorry but a guy is already waiting for me. I am sorry that can’t join you.”

Bu mesajı her türlü yorumlayabilirim. Hatta sohbet sırasında akşam görüşmemizin ‘date’ gibi olduğunu gülerek söylediğinde espri yaptığını sanmıştım ama bu mesajdan sonra benim farklı bir niyetimin olduğunu sanabileceğini dahi düşündüm. “Okay, no problem” dediysem de problem vardı. Çünkü günüm tam renklenecekken yine kararmıştı. Psikolojim anında alt üst oldu ve sabahki kuşkularım desteklendi.

Anlayamadığım şey ise işi bittikten sonra bir kafeye gidebileceğimizi kendisi teklif etmişti. Madem bana katılmak istemiyordu neden bu teklifi yaptı. Belki de daha cazip bir teklif benle takılmaktan vazgeçirdi onu. Benim sadece açsan bana katılabilirsin dediğim teklif sonuç olarak benim de oraya gidemememi sağladı. Böylece o akşam odama kapanıp bisküvi ve termosda bulunan ılık su ile çay yaparak akşam yemeğini geçiştirdim.

Gün boyu içimi kemiren vesveseler ışığında, kilitli odamın arkasında, kendimi bir nebze güvende hissederek yattım. Olanları yakın arkadaşıma bahsettim telefonda ve konuyu alaya alarak gülüştük. Bu bana biraz iyi gelmişti. Günün baş ağrısı, mide bulantısı, aşırı susuzluk, açlık ve yorgunluğun üzerine bir de bu olay tam kombo olmuştu. Kitabı okudum ve yarın erken kalkacağım için uykuya bıraktım kendimi.

2. Gün

İlk yaşadığım tüm olayları yolun bir parçası olarak kefeme koyup ikinci günü gayet güzel bir şekilde güne başladım. Hem bir gün önceki tedirginlikten hem de tekne turu kaçırma endişesi ile sabah 6’da kendi kendime uyandım. Henüz çok erken olduğu için 7’ye kadar kendimi uyumaya çalıştım ve 7’de yataktan kalktım. Yol için yanıma eşyalarımı hazırladıktan sonra tur öncesi merkezde kahvaltı yapmak için çıkıyordum ki kapıda pansiyon görevlisi bey ile karşılaştım. O saatte her yerin kapalı olacağını, orada kahvaltı yapabileceğimi söyledi. Aslında başta anlaştığımız fiyatta kahvaltı dahil değildi, fakat kahvaltıyı ikram ederek beni tekrar memnun ettiler.

Kahvaltının başlamasına yarım saat vardı. Bu sayede terasta sakin bir sabah keyfi yapabilirdim. Kahvaltının hazırlanmasını beklerken ikram edilen kahve ile birlikte müthiş Kaş manzarasının ve karşıda Meis adasının karşı konulmaz güzelliğinin tadını çıkardım. O an gözümün alabildiği tüm manzara bana aitti. Durgun deniz, sakin bir mahalle, kuş sesleri ve sakin bir hava. Hepsi sanki o an benim için organize olmuşlardı.

Derken beklediğimden iyi bir kahvaltı hazırlandı. O sırada pansiyon görevlisi beni pansiyonun ve aynı zamanda turun da sahibi bey ile tanıştırdı. Kendisi ile bir gün önce telefonla konuşmuştum tur hakkında. Orada kaldığım için bana tekne turunda indirim sağlamışlardı. Onu orada görünce gecikme endişem bir nebze azaldı.

Tekne Turu

Kahvaltımı rahatça edip tur firmasına zamanında vardım. Xanthos Travel’a vardığımda bizim tur için bekleyen iki ingiliz vardı. Bir süre sonra sabah kahvaltıda ön masamda oturan çifti gördüm. En son gelen Rus çift ile de tekne turu ekibi tamamlanmış oldu. Yolda da aldığımız siyahi bir beyle tam bir fıkraya döndük. İki İngiliz, iki Kanadalı, iki Rus, bir siyahi ve bir Türk.

Tekne turumuz Üçağız Limanı’ndan kalkacaktı. Oradan kalkma sebebi de, eğer Kaş limandan kalkarsa oraya kadar teknenin kaybedeceği vakti önlemekti. Esas uğramak istenilen yerlerde daha fazla vakit geçirmek için çoğu tur firması bu yolu tercih ediyordu. Bu yüzden yaklaşık 30-40 dakikalık bir yolu shuttle ile gittik.

Yaklaşık 3 hafta önce hiking sırasında ziyaret ettiğimiz ve büyülendiğim o limana geldik. Ne şans ki o zaman oradan ayrılırken kim bilir bir daha ne zaman gelirim demiştim. Hayat yolumu birkaç hafta içerisinde tekrar oraya düşürmüştü. Tekneye bindikten sonra yavaş yavaş birbirimizle tanışmaya başladık. En samimi davranan Kanadalı çift idi. Daha sonra da İngiliz çift. Rus çift ise bizimle pek fazla sohbet etmedi.

Maviliklere Doğru

Teknemiz muhteşem maviliklere doğru yol alırken bir yandan da rehbermiz bize etrafı tanıtıyordu. Çoğunluk yabancı olduğu için de ingilizce anlatıyordu. Bana Türkçe de anlatabileceğini söyledi ama tam da İngilizcemi geliştirmeye çalıştığım bir dönemde olduğum için buna gerek olmadığını söyledim. Böylece kendimi anlamaya zorlayarak aynı zamanda tatilimden farklı açılardan da yararlanmış oldum.

İlk yüzme molamızı Akvaryum koyunda verdik. O gün şansıma biraz hava kapalı olduğu için serin geldi ve başta denize girmekte çekindim. Soğuk ülkelerden gelen diğer turdaşlarımın dahi denize girerken soğuk diye çığlıklarını duyunca biraz daha çekincem arttı. Rehberimiz ise bir daha böyle bir denizi bulamayacağımı söyleyerek (ki haklıydı da, denizin dibi muhteşem görünüyordu) beni ikna etti.

Deniz soğuktu ama yüzünce ısınıyordum, bir süre burada vakit geçirdikten sonra tam iyice ısınmaya başlamıştım ki rehberimiz süremizin dolduğunu söyleyerek yukarı tekneye çıkmamızı söyledi. Denizde İngiliz bayan ve Kanadalı bayan ile sohbet etme şansım oldu. İngilizler, İngiltere’nin bir köyünden geliyorlardı. Kanadalılar ise Vancouver’dan geliyordu. Onlarla sohbet etmek ve farklı kültürleri tanımak günümün düne benzemeyeceğini kanıtlıyordu.

Tersane Koyu

Oradan Antik Tersane’ye doğru yol aldık. Tersane koyunda eskiden denize girilebiliyormuş. Fakat bilinçsiz insanların verdikleri zararlar neticesinde yasa orada sadece kısa bir süre görüp çıkmamızı söylüyordu. Bizde öyle yaptık ama yasanın gelmesine sebep olanlar orada yasaları çiğnemeye devam ettiler.

Burada birçok değerli hikayeler yok olmuş. Kekova Batık şehrinin başlangıcı olarak kabul edilen Bizans Kilisesi’nin sular altında kalmış kalıntılarını gördük. Bu Tersane Koyu adından da anlaşılacağı üzere Likya döneminde eski gemi inşaa alanıymış.

Orada manzarayı, tarihi, harabeleri doyasıya izledikten sonra dönüş yoluna geçtik. Teknenin ön kısmında Kanada’lılar ile takılıyordum. Jennifer ile sohbetimiz uyuşmuştu. Oldukça sıcakkanlı ve samimi insanlardı. Onlara işimin Kanada’da Google ve sosyal medya reklamları vermek olduğunu anlattım. Belki de ortak bir noktamız olduğu için tekne turu boyunca onlarla takıldım.

Batık Şehir

Nefis bir yemek için sakin bir koya çekildik. Ardından Batık Şehir’e doğru yol aldık. En çok merak edilen, teknenin ana teması Batık Şehir. Oraya vardığımızda dedikleri kadar varmış diyerek büyüleniyorum. Gerçekten de enfes bir yerdi.

Eski adı Dolichiste olan ve sadece su üzerinden ulaşım sağlanan bu büyüleyici yer Likya döneminde oldukça kalabalık bir yermiş. Günümüzde ise yaşanan depremlerin de etkisi ile sular altında kalmış. Üçağız ve Kaleköy arasında kalan bu bölümde birçok lahitler ve antik kaya mezarları bulunuyor. Burası hakkında ayrıntılı bilgi almak isteyenler keşfettiğim şu siteden detayları okuyabilirler.

Bir deprem ile göçük altında kalan ve yine bir depremle göçük altından çıkan Kekova Adası zamanla terk edilerek hayalet bir şehre dönüşmüş ve böylece bizlere de günümüzün açık hava müzesini sunuyor. Oradan geçerken sular altında kalmış hamam, kilise ve ev kalıntılarını görmek mümkün. Kim bilir oralarda ne hikayeler var, kimler gelip geçti…

Kaleköy

Simena antik kentinin üzerinden bulunan Kaleköy bizi kümülüs bulutları ile karşıladı. Rehberimizin verdiği kısa bir bilginin ardından, sadece deniz ile ulaşımın olduğu bu köye giriş yaptık. Ben sohbetimizin uyuştuğu Jennifer ve eşi ile birlikte gezmeye devam ettim. Kale’nin biraz yüksekte olduğunu söylemişti rehberimiz. Yine de oraya kadar gelmişken denemeye karar verdik ve dik merdivenleri çıkmaya başladık. Henüz havaların çok sıcak olmaması da şansımıza olacak ki yaklaşık 10 dakika sonra Simena Kalesi’ne varmış bulunduk.

Teknede bütün eşyalarımızı bırakıp çıkmış olduğumuz için ben cüzdanımı almayı da akıl edememiştim, kale’ye girişin de ücretsiz olduğunu sanmıştım. O noktada da Jennifer’ın samimi desteği ile o sorunu aşmış oldum. Yaklaşık 10 TL olan giriş ücretini tekneye döndüğümüzde hemen kendisine teşekkür ile birlikte iade ettim, sonuçta Türkleri yanlış tanımalarını istemeyiz. 🙂

Kale oldukça güzeldi. Kalenin alt kısmında amfi tiyatro vardı. Orta kısma gelip The Phantom Of The Opera’nın bir kuplesini söyledim. Beni görünce Jennifer’ın müzisyen olan eşi de geldi ve parçanın devamını söyledi. O sırada ben geri çekildim ve Jennifer eşini videoya aldı. Bugün dünden çok daha iyi geçiyordu. Bir rüya gibiydi, eski bir amfi tiyatroda The Phantom Of The Opera’yı Kanadalı bir müzisyenle birlikte söylüyordum.

Zirveye Doğru

Oradan da Kale’nin en üstüne doğru çıktık. Manzara tek kelime ile enfesti. Karşımızda Kekova adası bir deniz kızı gibi uzanıyordu karşımızda. Kale’nin tarihi taşlarına oturup ileride hatıra olarak kalacak en güzel Kaş fotoğraflarından birini çekildim, İngiliz turdaşlarımızın desteğiyle.  

Yan taraftaki eski ahit mezarlarını da ziyaret ettikten sonra yavaş yavaş aşağı doğru inmeye başladık. Yol boyunca dondurma satan teyzelerle sohbet etme imkanı da bulduk. Kiminin ingilizcesi benden akıcıydı, onları hayranlıkla izledim. Turistlerle epey pratik yapma imkanları bulmuşlardı. Derken rehberimizle buluşma noktasına varmıştık. Rehberimiz gide gele oradaki yerel halkla samimi olmuştu. İşletme sahipleriyle sohbeti sırasında bizde restorana girip sohbetlerine ortak olduk.

İşletmeci bayan evlendiğinden beri Kaleköy’den çıkamadığından şikayetçiydi. En fazla civar köylere gidiyorlarmış, karayolu da olmadığı için tüm dünyaları Kaleköy’müş. 60-70 Haneye sahip bu köy 1. derece sit alanı olarak ilan edilmiş. İlk başta huzurlu ve muhteşem bir manzaraya sahip bu köyde hayatını geçirme fikri her ne kadar cazip gibi görünse de bir süre sonra tüm güzelliklerinin önemsizleşiceğine ikna oldum.

Arada Jennifer’a ve eşine konuşmalarımızı çeviriyorduk. Onlar da buradan büyülenmişlerdi. Derken artık oradan ayrılma vakti geldi ve yavaştan teknelerimize geçtik. Yavaş yavaş maviliklere doğru açılırken, ikram edilen kurabiye eşliğinde sıcak çay insana huzur veriyordu. Hava gittikçe kapanmaya başlamıştı ve rehberimiz fırtınaya yakalanmamak adına yolu uzatmadan bir an evvel dönüşe geçmeye karar verdi. Günüm bu kadar güzel geçmişken bir fırtına macerası ile başka bir hikaye çıkarmak istemezdim.

Bun Bun

Fırtına endişesi ile rotamızdan bir saat erken limana vardık. Bu durum bizi fazla etkilememişti çünkü hepimiz bu tura ziyadesiyle doymuştuk. Ne eksik ne de fazlaydı bizim için, ki geri kalan zamanda dünden yarım kalanları yapabilmem için de bir fırsattı.

Sabah erkenden kalkmış ve bolca yüzüp, yürümüş olmama rağmen tekne turundan sonra da birçok aktivite yapma imkanı buldum. Denizin huzuru bana enerji vermişti. Pansiyon’a geçip eşyalarımı bıraktıktan sonra dün aklımda kalan Güney Asya mutfağında yemek yemeğe karar verdim. Doğruca Bun Bun’a vardım. Restaurant’a girer girmez başta kapıdaki garson kız, içeride de şef kafasını beni görebilecek şekilde mutfaktan uzatarak sıcak bir şekilde selamlamışlardı. Tüm bu samimiyet dünün üzerine ilaç gibi gelmişti.

Tayvan’ın sokak lezzeti olarak bilinen Bun Bun, buharda pişen özel bir ekmeğin arasına konan lezzetlerden oluşuyor. Kurucuları oradaki beğendikleri bu tadı ülkemize de getirmeye karar vermişler ve Kaş’ta böyle şirin ve samimi bir restaurant açmışlar. Bize de buraya kadar gelmişken Bun Bun’u tatmak düşer diyerek sipariş ettim. Lezzeti gerçekten enfesti. Fesleğenli ayran eşliğinde, oldukça iyi bir sunumla gelen Bun Bun, benden tam puan aldı.

Karnımızı doyurduğumuza göre şimdi artık Kaş’a gidince mutlaka ama mutlaka yapılması gereken bir aktiviteye sıra gelmişti.

Antiphellos Anti̇k Ti̇yatrosu

Antiphellos Anti̇k Ti̇yatrosu; Çukurbağ yarımadasının en büyüleyici eserlerinden bir diğeri. Özellikle gün batımında içeceğini alıp, manzara karşısında günü batırmak, Kaş ziyareti yapanlar arasında oldukça meşhur bir aktivite.

Durum böyle olunca da amfi tiyatro gün batımı saatlerine yakın gittikçe kalabalıklaşmaya başlıyor. Kaş merkezine sandığımdan çok daha yakın olan amfi tiyatroya kısa bir yürüyüş mesafesinde vardım. Amfi’nin girişinde sanki 60’lardan beri hep orada olan bir hippi (ki aslında bir seyyah) yere serdiği bilezikleri satarak seyahat ettiğini yazan bir pankartın arkasında yerde oturuyordu. İçimden hem bileziklere bakıp hem de bir iki çift laf etmek gelse de gün batımını kaçırmamak için devam ettim.

Muhteşem Gün Batımı

Amfi tiyatronun üst kısmına doğru merdivenleri hızlı adımlarla kat ettim. Ve, tiyatronun zirvesine ulaşmıştım. En köşeye oturdum ve uzun uzun manzarayı izledim. Güneş batıyordu ama bu nasıl bir kızıllık. Fotoğrafta görenler mutlaka filtre zanneder. Sanki bir yağlı boya tablosunu izliyor gibiydim. Bu eşsiz anla bir fotoğrafım olmalıydı ama yakınımda kimse yoktu. Sonra yabancı bir bayanı yanımdan geçerken durdurup ingilizce olarak fotoğrafımı çekmesini rica ettim. Onun ingilizcesi de iyi değildi ama telefonumu görünce ne demek istediğimi anladı. Böylece solda Meis adası, sağda muhteşem gün batımı, arkamda da amfi tiyatro ile günümü sonlandırıyordum.

O sırada okuduğum Uyanış Yolculuğu kitabını çıkardım, tam da o anlarıma tercüman olan bölümlerinin bir kısmını okudum. Derken soldan bir yerden Hotel California şarkısını duydum. Onu Shape Of My Heart takip etti. Sevdiğim şarkılarla birlikte manzaranın keyfini biraz daha çıkardıktan sonra amfi tiyatronun içerisinde yürümeye başladım. Müziği açanlar bir genç arkadaş grubuymuş. Kahkahalar eşliğinde gün batımının tadını çıkarıyorlardı.

Günü batırdıktan sonra aşağı indiğimde hippi çoktan gitmişti. Bende merkeze doğru yol aldım. Orjinal mumları ile bir dükkan kendine çekti beni. Sanki Hansel ve Gratel gibi hissetmiştim kendimi. Birbirinden çeşitli şekerlemeler, dondurmalar, pespembe parlak görünümlere sahipti ve hepsi mumdan oluşuyordu. Sahibi ile ayak üstü sohbet ettik. İstanbul Kapalı Çarşı’daki yerlerini kapatıp burada açmışlar. Hemşeri olduğumuzu öğrenince mum hediye etmek istedi ama ben minimum ağırlıkla gelip aynı şekilde dönmeyi istediğim için teşekkür ederek keşfime devam ettim.

Anıları Deftere Dökme Zamanı

Yanıma bir gün önce satın aldığım Kaş hatırası defterimi de almıştım. Artık bir kafeye geçerek usulca biriken anılarımı yazmaya başlayabilirdim. Fakat bütün kafeler o kadar kalabalıktı ki hiçbirinde kafamı toplayabileceğimi düşünmedim. Sonra belediyeye ait bir çay bahçesi keşfettim. Burası öteki yerlere nazaran pek turistin olmadığı, yerli emekli insanların sakince çay içmeye geldiği bir yerdi. Üzeri ağaçlık olan bu açık hava çay bahçesi bu anılarımı yazmak için ideal bir yer olabilirdi.

Tek eksiğimin bir kalem olduğu aklıma geldi. Hava kararmıştı, bu saatte nerden kalem bulacaktım. Tam da yazmak için heveslenmiştim. Bugün şans benden yanaydı ve birkaç dükkan araştırmam sonucunda bir bakkaldan kalem alarak çay bahçesine geçtim ve işte bu hikayemi yazmaya başladım.

Dönüş Günü

Son günümde bir gün öncesine nazaran biraz daha sakin geçirmeyi düşündüm. Haftasonu geçmişti ve pazartesi günü Kaş sakindi. Odamı da öğleye kadar boşaltmam gerektiği için sırt çantamı toplayıp, sırtladığım gibi diğer keşfettiğim kafelerin yolunu tuttum. Dün bitiremediğim hikayeme devam etmek için sakin ve güzel bir kafe arıyordum.

Bulunduğum yere çok yakın olan Biiisstt Coffee’ye oturup bir filtre kahve söyledim ve önümde liman ve muhteşem manzarasıyla birlikte yazmaya başladım. Sol tarafımda yabancı bir bayan da bilgisayarında çalışıyordu. Sağımda oranın sahibi bir köpek uzanmış günlük siesta aktivitesini gerçekleştirirken bu güzel anı yaşayabilen sayılı insanlardan olabileceğimizi düşündüm.

Bu ortam karşısında yazmak o kadar keyifliydi ki saatlerin geçtiğini fark edince bir cheesecake ile sıcağa karşı koymak için buzlu bir latte sipariş ettim. Bir süre daha yazdıktan sonra yavaştan otogara doğru yol aldım.

Kaş’ın muhteşem manzarasını geride bırakırken ona dönüp sadece şunları söyledim.

“Sayende muhteşem bir 2 gün geçirdim. Ama buna rağmen, beni bir daha tek bekleme Kaş. Bir dahaki gelişim sevdiğim insan/lar ile olacak.”

Bunlar da hoşunuza gidebilir...

6 Yorumlar

  1. Yazılarınız çok güzel. Elinize sağlık.

    1. Çok teşekkürler

  2. Bilgiler için teşekkür ederim işime son derece yaradı

    1. Çok sevindim işe yaramasına 🙂

  3. Verdiginiz bilgiler için teşekkürler , güzel yazı olmuş

    1. Çok teşekkürler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir